11 Temmuz 2011 Pazartesi

Hikaye

Bir Yitik Mustafa vardı...

Mustafa ise bu olaydan sonra utandığından sokağa çıkamadı. İş tekliflerinin hepsini geri çevirdi. Babasının ve analığının söylemediği kalmadı. Hüseyin Akte, Mustafa'nın hüzünlü hikâyesini yazdı...
 
— Mustafa’nın yaşadığını bilen var mı?
Köyün kır bekçisi Salih dayının ilk karısı Şeyma’dan olan Mustafa, orta boylu, geniş omuzlu, buğday tenli, siyah saçlı, kalın kaşlı, geniş yüzlü, ensesi kalın, kolları uzun, bacakları kısa, bir gençti. Köyün en çalışkan, en saf delikanlısıydı. Üç kişinin gördüğü işi tek başına görür, iki kişinin yediğini de tek başına yerdi. Yaptığı işe hile katmazdı. Köyde kime ırgat gerek olsa onu bulurdu. Mustafa askere oluncaya kadar köyünde her çeşit işte çalıştı. Çalıştığı işlerden kazandığı parayı evlerinin ihtiyaçları için harcadı.
Bir kısmını da askerde harcamak için ayırdı. Mustafa’nın askere gitme vakti geldi. Tertipleri ile birlikte köyün büyüklerini ziyaret ettiler. Onlarla helalleştiler. Akşam olunca da asker yakınları kına gecesi düzenledi.
 
Askere gideceklere kınalar yakıldı. Daha önce askerliğini yapmış olanlar askerlikte başlarından geçen olayları anlattılar. Asker olacaklara nasıl selam verilir? Kimlere selam verilir? Asker ocağında nasıl davranılır? gibi konularda bilgi verdiler.
 
Asker ocağının peygamber ocağı olduğunu orada geçirilen her saatin çok değerli olduğunu büyük sevaplar kazanacaklarını söylediler. Sabah oldu. Köyün ahalisi köy meydanında toplandı. Kınalı kuzuları davul zurna eşliğinde köy dolmuşuna bindirerek askere yolladılar.  Mustafa ve asker arkadaşları bir kaç gün sonra birliklerine teslim oldular.
Zaman su misali akıp gitti ve askerlik bitti. Mustafa da köye döndü. Askerlik dönüşü yine köyde çalışmaya devam etti. Kısa zamanda beş bin lira kazandı. Artık kazandığı paraları evlenmek için biriktiriyordu. Evlenme vakti de gelmişti. Fakat evlenme isteğini kimseye söyleyemiyordu. Kime söylesin ki onu dinleyecek bir yakını bile yoktu.
Babasına da söylemeye cesaret edemiyordu. Annesi ise üvey olduğundan Mustafa’yla hiç ilgilenmiyor; Mustafa ne zaman eve gelse yüzünü asıyordu. Kazandığı paraları da eve harcamadığı için kızıyordu. Aradan aylar geçti. Mustafa, köyün tanınmış ailelerinden Çınarların Kadir’in bahçesine çalışmaya gitmişti. Bahçede Mustafa’dan başka üç çalışan daha vardı. Bu çalışanlar da Mustafa gibi bekârdı. Çalışanlardan biri Mustafa’ya dönerek
— Arkadaşım sen askerden geleli üç yıl oldu.  Evlenmek için daha ne bekliyorsun!
 Mustafa:
— Beni kim alır? Benim gibi kimsesiz, garip, fakir birine kim kız verir?
 Bu defa çalışan gençlerden diğeri söze karıştı:
— Arkadaşım senin gibi çalışkan, saf ve temiz birine kız vermeyecekler de kime verecekler? Mustafa:
— Beni everecek, bana kız isteyecek bir anam bile yok.
Çalışanlardan Kel Recep:
 — Mustafa, sen çalışkan, dürüst bir gençsin. Köyün hangi kızını istesen alırsın.
Mustafa:
— Ben işten güçten dolayı köyün kızlarını bile tanımıyorum.
Kel Recep:
—Sen köyün kızlarını görmek, tanımak istiyorsan Bakkal Remzi’nin dükkânına sık sık gelmelisin. Köyün kızları alış veriş yapmak, köy dışındaki yakınlarına telefon etmek, gençlere görünmek için Bakkal Remzi’ye gelirler.
 
Mustafa, uzun uzun düşündü. Bundan böyle Bakkal Remzi’ye sık sık uğramaya karar verdi. Mustafa işe giderken, işten dönerken Bakkal Remzi’ye uğruyor; ahbaplığını artırıyordu. Bu arada gelen kızları göz ucuyla süzüyordu. Mustafa yine bir iş dönüşü bakkal Remzi’ye uğradı. Birkaç parça yiyecek aldı. Tam bakkaldan çıkarken kapıda ilkokulda birlikte okuduğu Gülcan ile karşılaştı. Mustafa ile Gülcan biran göz göze geldiler ne yapacaklarını şaşırdılar.
 
Mustafa Gülcan’a bir şeyler söylemek istedi ama kelimeler boğazında adeta düğümlendi. Hemen kapının kenarına çekilerek Gülcan’a yol verdi. Mustafa, Gülcan’ı görmeyeli uzun zaman olmuştu. Bu süre içinde Gülcan çok değişmiş ve güzelleşmişti. Mustafa utangaç bir eda ile baktı. Gülcan ise hiç oralı olmadı. Gülcan, köyün zenginlerinden Kıvırcık Hasan’ın oğlu Osman’a yanıktı.
 
Gülcan, Osman’ı görmek, ona kendini beğendirmek için her gün çeşit çeşit giysiler giyiyor; kısa günde Bakkal Remzi’nin dükkânının önünden on kez geçiyordu. Ama Mustafa’nın bundan haberi yoktu. Bu arada Mustafa’nın bakkala sık sık gelip gittiğini, Gülcan’ı izlediğini gören köyün uyanıklarından Sarı Avni ile Çakal Şakir, bir gün Mustafa’ya yanaşarak:
 —Mustafa, sen bu bakkala çok sık gelmeye başladın. Ne işler çeviriyorsun?
— Bir iş çevirdiğim falan yok; alış-veriş yapmaya geliyorum.
—Yok, yok sende bir iş var yoksa sen sık sık buraya gelmezsin.
Mustafa işim falan yok dediyse de onları inandıramadı.
—Mustafa senin evlenme vaktin geldi yoksa kız beğenmeğe mi geliyorsun?
 Bu lafları duyan Mustafa’nın yüzü kızardı; onlara verecek bir cevap bulamadı.
Sarı Avni dedi ki:
—Bizden saklamana gerek yok. Nazlıların Gülcan sana tutkunmuş, seni çok seviyormuş; evlenmek istiyorsan biz sana yardımcı oluruz. Kızlar senin gibi çalışkan birini almayacak da kimi alacak? Sonra senin paran da var.
Mustafa bir müddet düşündü.
—Gerçekten bana kız bulmamda yardımcı olur musunuz?
—Mustafa’m, kuzum, senin gibi birine yardımcı olmayancağız da kime olacağız?
Mustafa bu sözleri duyunca çok sevindi.
—O zaman benim için Gülcan’ı annesinden isteyin; ne isterseniz yaparım.
Çakal Şakir:
— Mustafa’m senin için Gülcan’ı annesinden isteyeceğiz sana söz veriyoruz hem de yarın akşam gidip Allah’ın emri peygamberin kavliyle isteyeceğiz.
 Mustafa sevinçle:
-Bu kızı bana bitirin; ben de siz ne isterseniz yaparım!
 Sarı Avni:
—Mustafa sen evine git rahat uyu; biz sana yarın akşam inşallah hayırlı haberleri ileteceğiz.
Sarı Avni ve Çakal Şakir, Gülcan’ın Kıvırcık Hasan’ın oğlu Osman’a yanık olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle de Gülcan’ı annesinden istemeye gerek görmediler. Sarı Avni ve Çakal Şakir, ertesi gün Mustafa’yı buldular.
—Gülcan’ı sana istedik ama annesi Nuh diyor peygamber demiyor.
 Mustafa bu habere çok ama çok üzüldü. Mustafa’nın üzüldüğünü görünce Çakal Şakir:
—Üzülme Mustafa’m, kuzum,  annesi kızını vermediyse biz de kızı sana kaçırırız.
Mustafa’nın gözleri fal taşı gibi açıldı:
—Sahiden kaçırır mısınız, bunu benim için yapar mısınız?
Sarı Avni:
-Tabii kaçırırız Mustafa, yalnız bu iş için para gerekir para !
 Mustafa hiç tereddüt etmeden cevap verdi:
—Gülcan’ı benim için kaçırın size beşer bin lira veririm.
 Sarı Avni:
—Bu kadar paran var mı?
Mustafa:
 — Beş bin liram var. Kalanını da size bir yıl içinde öderim.
Sarı Avni ve Çakal Şakir “Tamam o zaman oldu bu iş”dediler.
Çakal Şakir ve Sarı Avni Gülcan’ın kasabanın zenginlerinden kıvırcık Hasan’ın oğlu Osman’a yanık olduğunu biliyorlardı. Bundan yararlanarak kızı kandırıp kaçıracaklardı. Gülcan’ın yaşlı, dul annesinden başka hiç kimsesi yoktu. Kaçırsalar bile arayanı soranı olmazdı. Çakal Şakir ve Sarı Avni düşündüler taşındılar Bir plan yaptılar. Planlarına göre
Gülcan’a bakkalın küçük kızıyla haber salıp “Perşembe akşamı yatsı ezanından sonra köyün çıkışındaki koca çınarın altında Kıvırcık Hasan’ın oğlu Osman seninle buluşacakmış” dedirtecekler ve kız gelince de Mustafa’yı yanlarına alarak kızı kaçıracaklardı. Kızı kaçırdıktan sonrada köyün dışında Kırklar mevkiinde yaşayan Sarı Avni’nin asker arkadaşı Kambur Cuma’linin evine götüreceklerdi. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Çakal Şakir ve Sarı Avni, Kırklar mevkiine giderek Kambur Cuma’liyle görüştüler. Bir yakınlarına kız kaçıracaklarını birkaç gün evinde misafir olacaklarını söylediler. Kambur Cuma’li “Sevenleri kavuşturmak sevaptır. Benim hanımı da babası vermedi de kaçırmıştım. Perşembe akşamı sizi bekleyeceğim” dedi.
 
Planladıkları gibi bakkalın küçük kızıyla Gülcan’a haber gönderdiler. Bir de o gün için araba ayarladılar. Sonra da Mustafa’yı buldular. “Perşembe günü yatsı ezanından önce köy çıkışındaki koca çınar ağacının altına gel beş bin lirayı da yanında getirmeyi unutma; yoksa kızı göremezsin!” dediler.
Mustafa bu habere çok sevindi. Gülcan’a, sevdiğine,  biran önce kavuşmak istiyordu. Onun için paranın önemi yoktu.
 
Gülcan ise Osman’a, sevdiği yiğide, kavuşmanın hayali ile en güzel elbiselerini giyiyor, çevresine gülücükler yağdırıyor, sevincinden havalara uçuyordu.
 
Perşembe günü gelmişti. Mustafa ve Gülcan gerekli hazırlıkları yapmışlardı. Yatsı ezanının okunmasını bekliyorlardı. Mustafa en güzel elbisesini giydi. Yatsı ezanı okunmadan köy çıkışındaki koca çınarın yanına vardı. Başladı beklemeye. Bir müddet sonra Çakal Şakir ve Sarı Avni de geldiler. Mustafa’ya “Parayı getirdin mi?” dediler.
 
Mustafa paraları cebinden çıkardı ve onlara göstererek “Kız gelmezse parayı vermem!” dedikten sonra parayı tekrar cebine koydu. Bu sırada köy camiinden okunan ezan sesi duyuldu. Gülcan annesinin yatsı namazına durmasını bekledi. Annesi namaza durunca daha önce yazdığı mektubu yatağının üzerine koydu. Hazırladığı bohçayı da yanına alarak evden sessizce çıktı. Koşar adımlarla köy dışındaki koca çınara doğru yürümeye başladı. Hiç kimseye görünmeden kısa zamanda çınarın bulunduğu yere vardı.
 
Sağına soluna baktı; kimsecikleri göremedi. Başladı beklemeye. Bu sırada Çakal Şakir ve Sarı Avni gizlendikler iğdenin arkasından çıkarak Gülcan’a yaklaştılar. “Osman seni Kırklar mevkiinde bekliyor. Biz de seni ona götürmek için burada bekliyorduk” dediler. Gülcan “Siz beni kandırıyorsunuz. Beni götürecek olan burada beklerdi.” diyerek oradan kaçmaya başladı.
 
Gülcan’ın arkasından koşan Çakal Şakır, kızı kısa sürede yakaladı. Gülcan sesi çıktığı kadar bağırıyor, Çakal Şakır’in elinden kurtulmaya çalışıyordu. Ama nafile sesini duyan, ona yardım eden yoktu. Sarı Avni ve Çakal Şakir yanlarında getirdikleri bezle Gülcan’ın elini ağzını bağladılar.
 
Mustafa’ya “Haydi yürü, az ileride araba bizi bekliyor” dediler. Çakal Şakir ve Sarı Avni Gülcan’ı zorla sürüyerek arabaya bindirdiler. Mustafa olanlar karşısında şaşkına dönmüş; ne yapacağını şaşırmıştı. İstemeyerek de olsa o da arabaya bindi. Araba kısa sürede Kırklar mevkiindeki Kambur
 
Cumali’nin evine vardı. Çakal Şakir ve Sarı Avni, Gülcan’ı arabadan indirdiler. Yine sürüyerek eve götürdüler. Kambur Cumali’ye “Bu kıza iyi bak, aman kaçmasın!” dediler. Mustafa’ya dönerek “Kızı getirdik; paramızı ver” dediler. Mustafa, cebindeki beş bin lirayı çıkararak Çakal Şakir’e ve Sarı Avni’ye verdi. Parayı alan iki kafadar hemen oradan arabaya binerek hızla uzaklaştılar. Bu arada Kambur Cumali Gülcan’ın ellerini ve ağzındaki bezi çözdü. “Kızım niye ağlıyorsun, yoksa  seni gönülsüz mü getirdiler?” dedi.
 
Gülcan olup biteni Kambur Cumali’ye bir bir anlattı. Osman’ı çok sevdiğini, Osman’dan başkasıyla kesinlikle evlenmeyeceğini söyledi. Gülcan’ı dinleyen Kambur Cumali hemen Mustafa’nın yanına gelerek “Gülcan seni istemiyor oğlum, gönülsüz kızdan eş olmaz;  sen kendine başka birini bul. Ben seni Gülcan’ın yanına koyamam” dedi. Mustafa yuva kurmak için çıktığı yolda dolandırıldığını anlamıştı. Ama çok geçti. Hemen oradan ayrıldı. Köyüne yorgun argın döndü. Olanı biteni babasına anlattı. Mustafa’nın babası Salih dayı durumu jandarmaya bildirdi. Jandarma, Çakal Şakir ve Sarı Avni’yi köyün yakınlarındaki bir kumarhanede yakaladı. Yakalanan bu iki kurnaz kafadar mahkemeye çıkarıldılar; üç yıl hapis cezasına çarptırıldılar.
 
Mustafa ise bu olaydan sonra utandığından sokağa çıkamadı. İş tekliflerinin hepsini geri çevirdi. Babasının ve analığının söylemediği kalmadı. Mustafa’nın artık bu köyde, baba evinde yaşaması imkânsızdı. Mustafa uzun uzun düşündü ve bu köyden en kısa zamanda ayrılmaya karar verdi. Aradan birkaç gün geçti. Babasına “Ben köyden ayrılıyorum. Beni aramayın, sağlıcakla kalın” cümlelerinden oluşan kısa bir mektup yazdı. Mektubu tahta masanın üzerine bıraktı. Valizini alıp evden çıktı. Köyden şehre giden bir arabaya bindi.
 
Bir daha da köye hiç dönmedi. Mustafa’nın uzun yıllardır nerede yaşadığını, ne iş yaptığını bilen yok.
 
Hüseyin Akte
 

7 Temmuz 2011 Perşembe



 ÇINGIRAK
   
   Siz Çıngırak nedir? Çıngırak oyunu nasıl oynanır bilir misiniz?
   Nerden bileceksiniz
    Çıngırak, günümüzün bir çeşit tahterevallisi dir. Çıngırak biri uzun diğeri kısa iki ağaçtan oluşur. Kısa ağacın ucu biraz inceltilir. Düz bir yere derince bir çukur açılarak buraya dikilir. Buna direk denir. Direğin inceltilen yerine bir miktar katran, yağ ve odun kömürü tozu karıştırılarak sürülür. Uzun ağacında kalın tarafına yakın bir yerinden bir delik açılarak dikili ağacın(Direğin) üzerine yerleştirilir ve Çıngırak meydana gelir.Çıngırağın uzun tarafına bir veya daha fazla kişi biner. Kısa tarafına da bir veya daha fazla kişi binerek oyunu oynamaya başlarlar. Oyunu oynayan kişiler uzun ağacı dikili direğin etrafında 360 derce döndürebildiği gibi aşağı yukarı da kaldıra bilirler. Ağaç tan düşen taraf oyunu kaybetmiş olur. Çıngırağa binen gençler çıngırağı hareket ettirince çıngıraktan çeşitli sesler çıkar bu seslerden dolayı bu oyuna çıngırak oyunu denir.

      Çıngırağın uzun tarafına binen kişi ağacın kısa tarafında oturanlara göre yerden daha yüksektedir. Bu nedenle bu taraftakilerin düşürülmesi kısa tarafa göre daha kolaydır. Uzun tarafa binen bir yerde oyunu kaybetmiş sayılır. Çıngırak oyununda gençler uzun tarafa bilgi alacakları kişileri oturturtarak.Çıngırağı  çevirerek aşağı yukarı kaldırarak hareket ettirerek onu korkuturlar ve öğrenmek istediği bilgileri almaya çalışırlar. Uzun tarafa binen kişi  korkarsa bir süre sonra “Beni indirin! Ne isterseniz yapacağım!” diye bağırmaya başlar. “Arkadaşları da ondan öğrenmek istedikleri soruların cevabını alıncaya kadar genci çıngıraktan indirmezler. Genellikle gençler birbirlerine “Kimi seviyorsun? Kiminle evlenmek istersin?” v.b sorular sorarak bu soruların cevabını almaya çalışırlar. Obada yaşayan gençlerde bu oyun sayesinde kimin kimi sevdiğini öğrenmiş olurlar.  

       Evvel zaman içinde Üskül köyünde üç çocuklu yoksul bir aile vardı. Bu yoksul ailenin Mustafa adında bir oğlanları vardı. Bu oğlan On dört yaşında bir kaza sonucu yanarak ölen abisinden sonra dünyaya gelmişti. Mustafa’nın dünyaya gelişi yanarak ölen abisinin acısını ailesine unutturmuştu. Bu yoksul aile Mustafa nın dünyaya gelmesi ile mutlu bir yaşam sürmekte idiler. Yıllar geçti.Mustafa büyüdü onbir yaşına girdi. Hareketli, yerinde duramayan afacan bir çocuk oldu. İlkokul 4. sınıfa geçti. Boyu uzadı, yanakları kan kırmızı, saçları sapsarı oldu. İri siyah gözleri vardı. Oyun oynamayı çok seven bir çocuktu.  İki de kız kardeşi vardı. Ama anne ve babası en çok Mustafa’yı seviyordu. Onu ellerinden geldiğince daha iyi bakıyor; bir dediğini iki etmiyorlardı.

     Yaz gelmiş okullar kapanmıştı. Mustafa’nın ailesi de az sayıda koyunları ile Üskül köyünün Hançar Yaylasına göçmüşlerdi. Hançar Yaylası, Aladağları, Demirkazık tepesini Hasan Dağını, Melendiz Dağlarını ve Emen Ovasını gören bir yayladır. Bu yaylanın suları tatlı ve serindir. Binbir çeşit çiçekleri, yumak yumak çayırları, kevenleri, mantarları, keklikleri, böcekleri ve sürekli esen yelleri ile çobanları kendine cezp eden bir yayladır. Bu yaylada otlayan koyunların etleri lezzetli, yoğurdu tatlı olur. Burada canlı ve cansız varlıklar arasında güzel bir uyum vardır.

      Mustafa bu güzel yaylada arkadaşlarıyla birlikte dağlarda koyun ve kuzuları otlatırdı. Sağım zamanı annesini bulamayan kuzuları bulur; onları annesiyle emiştirirdi. Sağımdan sonra da koyunları kuzularından ayırır; sağılan sütleri evlerine götürürdü. 

   Boş zamanlarında ise arkadaşlarıyla çeşitli oyunlar oynardı. Bu oyunlardan en eğlencelisi de çıngırak oyunu idi. Çıngırak oyunu obadakilerin en büyük eğlencesi idi. Bu oyun sayesinde kaç sevgili buluşmuş kaç gönül birleşmiştir. Bu oyunu oynamaya giden gençler en güzel elbiselerini giyerek kendilerini gösterirlerdi.

     

     Mustafa, bir ikindi vakti dört beş arkadaşıyla çıngırağın bulunduğu tepeye gider. Arkadaşları Mustafa’yı çıngırağın uzun tarafına bindirirler. Mustafa bir anda yerden iki üç metre yükselince korkar. “Beni indirin!” diye bağırmaya başlar. Arkadaşları da Mustafa’ya “Alacağın kızın adını söylemezsen indirmeyiz” derler. Mustafa utanır; bir türlü sevdiği kızın adını vermez. Mustafa inmek ister ama arkadaşları sorunun cevabını almakta kararlıdırlar. Bunun üzerine Mustafa hiç düşünmeden atar kendini yere. Çıngırağın kısa tarafında oturan arkadaşları da birden oturdukları yerden kalkınca çıngırağın uzun ucu Mustafa’nın başına çarpar. Mustafa can havliyle çırpındıkça çırpınır; titrer ve yaralı kuş gibi oracıkta son nefesini verir.

     Oyunu seyreden çocuklar koşarak acı haberi obaya iletirler. Obadakiler Mustafa’nın ölüm haberiyle derin bir sessizliği bürünür. Erkekler koşarak çıngırağın bulunduğu tepeye varır. Mustafa’nın öldüğünü görürler. İçlerinden birini olayı muhtara bildirmesi için köye gönderirler. Mustafa’nın öldüğünü duyan anne ve babası da çıngırağın bulunduğu tepeye koşar. Yerde cansız yatan oğullarını görürler. Mustafa’ya sarılarak ağladılar. Orada bulunanlar yaşanan bu acıya gözyaşlarıyla eşlik ettiler.

    Acıların ilacı gibi gözyaşı. Gözyaşı bitince acı da biter mi?  Bir süre sonra muhtar, olayı karakola bildirmesi sonucu karakol komutanı ve savcı üç beş jandarma eşliğinde yaylaya geldiler. Çocukların ifadelerini aldılar. Bu ifadeler neticesinde savcı çıngırakların sökülmesini ve bir daha da hiçbir obaya kurulmamasını istedi. Köy muhtarı da obalardaki çıngırakları söktürdü. Bu çıngırak oyunu o günden beri unutuldu.
   
     Evvel zaman içinde çıngırak oyunumuz vardı. Şimdi ne çıngırak kaldı ne de o güzel insanlar !..

Hüseyin Akte 07/07/2011

30 Haziran 2011 Perşembe

ARMUT ELMASI

ARMUT ELMASI

    Üskül köyünün Pınarbaşı deresinde Mustafa dedemin büyük bir bahçesi vardı. Dedem seksenine merdiven dayamış; saçı, sakalı ağarmış; uzun ömrünün büyük kısmını bu bahçede çalışarak geçirmiş; çalışmaktan beli kamburlaşmış.  Çok sayıda meyve ağacı yetiştirmiş çok çalışkan, sağlıklı bir insan idi. Bir delikanlı gibi çalışır. Sabah ezan okunmadan kalkar, abdestini alır, namazını kılar, kahvaltısını yapar. Kazmasını, küreğini, baltasını ve azığını alıp eşeğine biner ve bahçesinin yolunu tutardı. Bahçesinde akşama kadar çalışır; akşam ezanı vakitlerinde eve dönerdi. Dedemin bahçesinde envai çeşit meyve ağaçları vardı.  Amasya elmaları, kış armutları, ayvalar, şeftaliler, erikler ve tut ağaçları vardı. Ben en çok armut elmasını severdim.

     Dedemin bahçesinin giriş kapısının sol tarafında ince gövdeli, orta boylu, yarı bodur, bir elma ağacı vardı. Biz bu elmaya armut elması derdik. Bahçeye geldiğimizde salıncağımızı bu ağaca kurar; öğle yemeğimizi bu ağacın altında yer; uyumak isteyen bu ağacın altında uyurdu. Kuşlar bile bu ağacın dalları arasına yuva yapar; yavrularını bu elmanın dalları arasında büyütürdü. Bahçede tut ve kirazdan sonra bu ağacın elmaları olgunlaşırdı. Bu ağacın elmalarını bizimle birlikte ağaç üzerine yuva yapan kuşlar, bahçedeki alakargalar ve sincaplar yerdi. Armut elması haziran ayının sonlarına doğru sararır yeme olgunluğuna ulaşırdı.  Bu ağacın elmalarının tadına doyum olmazdı. Bu elmaları yedikçe yiyesin gelirdi. Armut elması sarı renkli idi. Bol sulu, mayhoş bir tadı vardı. Görünüşü ve tadı armuda benzerdi. Bu nedenle biz ona armut elması derdik. Ne zaman bu bahçeye gelsem hemen bu ağaca bakar, elması var mı yok mu? diye kontrol ederdim. Susuzsa ilk önce o ağacı sular; gübre verilecekse ilk gübreyi ona verirdim. Bu ağacın elmaları tükendiğinde de dedeme içten içe kızardım. Bu ağaçtan neden az dikmiş diye.

   Aradan yıllar geçti dedem öldü. Dedemin bahçesi beşe bölündü. Bu elmanın olduğu bahçe teyzemlerin oldu. Ben de uzun süre bu bahçeye uğrayamadım. Birkaç yıl sonra bu bahçeye gittiğimde armut elmasının yerinde yeller estiğini gördüm. Teyzeme armut elmasını sorduğumda; elmanın karaleke hastalığına yakalandığını ve bir süre sonra da kuruduğunu söyledi. Çocukluğumun geçtiği bu bahçede benim en çok sevdiğim bu elma ağacının kurumasına çok üzüldüm. Bu ağacın kuruması beni o kadar üzdü ki sanki dedemi yeni kaybetmiştim. Demek ki insanlar eserleri ile yaşıyormuş. Dedemin eseri olan bu bahçenin ömrü ne kadar kısaymış. Elbet doğru söylemişler: “Bakarsan bağ olur, bakmazsan dağ.”                                        




        Hüseyin AKTE

ATEŞLER İÇİNDE ÜSKÜL


   Aynalı Çavuş, İstiklal Savaşı gazisi Hüseyin’in beş oğlundan biridir. Gerçek adı Mehmet’tir. Ama herkes ona köyde ‘Aynalı Çavuş’ derdi. Mehmet amcaya başının ön kısmında bulunan yara izinden dolayı aynalı; askerliğini de çavuş olarak yaptığından
Aynalı Çavuş lakabı verilmişti.

   Aynalı Çavuş orta boylu, geniş omuzlu, beyaz tenli, gözleri iyi görmeyen bir adamdı. Aynalı Çavuş köyün tek bakkalı idi. Çocukluğumda en sevdiğim yiyecekler burada satılırdı. Bu bakkal köyün merkezinden geçen ana yol üzerinde, köy camiisinin tam karşısında, tek odalı, taş duvarlı, tahta kapılı, küçük pencereli bir yerdi. Bakkaliyeden içeri girince karşı duvarın önünde eski bir masa, üzerinde eşit kollu terazi, sol yanında ağırlıklar, sağ yanında da köy halkının ön çok satın aldığı bandırma bulunurdu. Bakkaliyenin duvarlarında çam tahtasından yapılmış birkaç tane raf; raflarda defterler, kalemler, silgiler, boyalı şekerler, sakız ve bisküviler vardı. Ayrıca bir köşede keçiboynuzu, kuru incir, kuru üzüm, leblebi bulunurdu. Bakkaliyenin diğer köşesinde ise sabunlar,  gazyağı dolu tenekeler,  ispirto şişeleri, süpürge v.b eşyalar bulunurdu.

     Aynalı Çavuş yaz aylarında çerçicilik yapardı. Bakkaliyesindeki eşyaların bir kısmını köyün yaylalarına at sırtında götürerek satar veya koyun yünüyle takas ederdi.

     Aynalı Çavuş’u köy halkı çok severdi. Boş zamanlarında köy bakkalının önünde toplanırlardı. Köyde olup bitenleri burada duyarlardı. Bu bakkalın önünde oturarak muhabbet ederler; ara sıra da şakalaşırlardı. Zaman zaman da “Sen çok pahalı satıyorsun Çavuş’um” diye takılırlardı. O da “Pahalı satsak halimizden belli olur. Kaç yıldır bu işi yaparım iki odalı bir ev bile yaptıramadım” derdi. Orada bulunanlar “Buna da şükret; evine ekmek götürebiliyorsun ya” derlerdi. O da “Şükür Rabbime kazanmasak da geçinip gidiyoruz”derdi.

     Aradan yılar geçti. Aynalı Çavuş’un oğlu Üskül büyüdü. Sarı saçlı, uzun boylu, çakır gözlü, babayiğit bir delikanlı oldu. Artık babasının işlerinin çoğunu o yapıyordu. Zamanın büyük bir kısmını bakkalda geçiriyordu.

     Aynalı Çavuş sabah erkenden bakkalı açtı. Oğlu Üskül gelinceye  kadar bakkaliyesinde durup satış yaptı. Yoruldu. Öğle üzeri yanına gelen oğlu Üskül’e “Ben eve gidiyorum. Dükkan sana emanet oğlum” dedi. Evinin yolunu tuttu.  Oğlu Üskül “Sen merak etme baba, ben dükkânı beklerim” dedi. Aradan birkaç saat geçti.

     Üskül’ün dişi sızlamaya başladı. Bir süre sonra diş ağrısına dayanamaz oldu. Bunun üzerine Üskül, rafta bulunan ispirto şişesini indirdi. Eline de bir miktar pamuk aldı. Aynanın karşısına geçti. Masa üzerinde yanmakta olan gaz lambasını yanına getirdi. Şişedeki ispirtodan elinde tuttuğu pamuğa bir miktar döktü. Sızlayan dişinin üzerine koydu. Bu esnada her ne olduysa ispirto şişesi devriliverdi. Birden bakkal dükkânını alevler sardı. Üskül dükkânın yandığını görünce var gücüyle ateşi söndürmeye çalıştı. Bir yandan da bağırıyordu. “Komşular, dükkân yanıyor. Yetişinnn!”

    Bu esnada Üskül’ün elbiseleri de ateş almıştı. Dükkândaki yangını söndüreyim derken elbiselerinin tutuştuğundan haberi bile olmadı. Bakkaldan savrulan simsiyah dumanlar köyü kapladı.
    Köy halkı bir solukta evlerinde bulunan güğümleri alarak yangın yerine koştular. Getirdikleri suları alevlerin üzerine boşalttılar . Bir de ne görseler bakkalın oğlu Üskül de yanıyor. “Üskül oğlum, sende yanıyorsun!” diye seslendiler. Bunun üzerine Üskül, hızla koşup yakındaki dereye attı kendini. Yanan elbiselerini söndürdü. Ama vücudunun yarıdan fazlası yanmıştı.

   Aynalı Çavuş ve karısı kara haberi duyunca koşarak geldiler. Oğlunun yandığını görünce feryat figan ettiler. Aynalı Çavuş’un ve Fadime yengenin feryadına tüm köy halkı çok üzüldü. Köylüler de onlarla bir olup ağladılar.

   Bir süre sonra orada bulunan köy halkı Aynalı Çavuş’u, karısını ve oğullarını alarak evlerine götürdüler. Aynalı Çavuş ve karısı o gece hiç uyumadan oğullarının başını beklediler. Sabah olunca oğulları Üskül’ü alarak doktora götürdüler . Yanıklarını gösterdiler. Doktor “Üzülmeyin geçer” dedi. Birkaç yanık kremi verdi. “Bunları yanan yerlere sürün geçer” dedi.  Aynalı Çavuş, karısı ve oğlu doktorun söylediklerine sevinerek köye döndüler. Doktorun verdiği kremleri yanıkların üzerine sürdüler. Günler geçti ama yanıklar bir türlü iyileşmedi. Her geçen gün yaralar derinleşti. Fadime yengenin üzüntüsü her geçen gün arttı. Üzüntüsünü oğluna belli etmedi. “Sen iyileşeceksin oğlum, korkma!” dedi.

    Yanık yaraları bir türlü kapanmadı. Üskül’ün durumu her geçen gün kötüleşti. O gencecik beden bir kuru yaprak misali sararıp soldu. Üskül, yatağında acılar içinde kıvranıyordu. Annesi bu çaresizlik karşısında “Allah’ım bize yardım et; iki iyiliğinden birini ver” diye dua ediyordu.

     Acı dolu, çileli günlerden sonra Üskül bir gece vakti vefat etti.  Geride kalanlar bu olayı hiç unutamadılar. Ne var ki ateş düştüğü yeri yakar.



Hüseyin AKTE

BİT YOKLAMASI


                                                                                              
     Cihangir, dört bir tarafı dağlarla çevrili, ortasından küçük bir derenin geçtiği dere kenarlarında elma bahçeleri ve üzüm bağları bulunan küçük bir köyde doğdu. Yedi yaşında babasını kaybetti. Annesi, dedesi ve ninesi ile birlikte babasından kalma iki katlı, dört odalı, bahçeli bir evde oturuyorlardı. Evlerinin alt katı ahırdı. Cihangir her sabah annesi ile birlikte erkenden kalkar ahıra iner, hayvanları yemlerdi. Kahvaltısını yaptıktan sonra eline bir parça tezek ile bir parça odun alarak okula giderdi. İlkokul dördüncü sınıfta idi.
     Sınıf öğretmenleri Suat Bey, her sabah öğrencilerini sıraya geçirir; öğrencilerin kılık kıyafetlerini ve saçlarını kontrol eder; saçları uzun olan öğrencilerin saçlarını ortasından makasla keserdi. “Doğruca köy berberine git saçını kestir gel” derdi. Öğrenciler de saçlarını berbere kestirmekten çok korkarlardı. Çünkü köy berberinin elleri durmadan titrerdi. Bu nedenle berbere köyde “Tirtir Mustafa” derlerdi. Öğrenciler, sınıfa girince sınıfın temizlik kolu başkanı her öğrencinin ellerinin, tırnaklarının temizliğine ve gömleklerinin yakasına bakar; yakasında bit bulunan öğrencilerin listesini öğretmenlerine verirdi. Öğretmenleri de bu öğrencilerin avuçlarını açtırır; elma ağacından yaptırdığı sopayla dört beş kez var kuvvetiyle vururdu. Dayağı yiyen öğrenciler ellerini bacaklarının arasına alıp acıdan kıvranırdı. Yine bir perşembe günü yapılan temizlik yoklamasında sınıfın en çalışkan öğrencilerinden Hamdi’nin yakasında sınıf başkanı bit bulmuş ve durumu öğretmenine bildirmişti. Öğretmen de Hamdi’yi dövdükten sonra çamaşırlarını değiştirmesi için evlerine göndermişti. Hamdi yoksul bir ailenin beş çocuğundan biriydi. İki odalı küçük bir evde oturuyorlardı. Bir eşekleri ile az sayıda koyun ve keçileri vardı. Bu koyunları Hamdi ve kardeşleri köy çevresinde güderdi. Akşam olunca da köye getirirlerdi. Annesi evlerindeki halı tezgâhında bir kış boyunca koyunların yünlerini eğirir, boyar; onlardan halı dokurdu. Babası da bu halıları satar ve evlerinin geçimini sağlardı. Öğretmen, Hamdi’yi evlerine gönderince yolda öğretmenin dayağı yüzünden okuldan kaçan Ali ve Yakup’la karşılaştı. Üç arkadaş köyün aşağısında bulunan at deresine balık tutmaya gittiler. Akşama kadar balık tuttular. Tuttukları balıkları orada pişirerek yediler. Akşam olmadan köye döndüler.
     Hamdi çamaşırlarında bit bulunduğu için okul arkadaşlarının yanında çok mahcup olmuştu. Hamdi üzerindeki bitlerden ne olursa olsun mutlaka kurtulmak istiyordu. Bu durumdan nasıl kurtulması gerektiğini arkadaşı Ali’ye sordu. Ali de çamaşırlarına elmalara atılan tarım ilacından sürmesini söyledi. Hamdi evlerine gelince evlerindeki tarım ilacından yakasına ve iç çamaşırlarına bolca sürdü. Akşamleyin annesine “Başım ağrıyor” diyerek erkenden yattı.
    Sabah yatağından kalkamayan Hamdi’yi uyandırmaya varan annesi yatakta Hamdi’nin cansız bedeni ile karşılaştı. “Yavrum! Hamdi’m! Canım! Ciğerim! Sana kimler kıydı.” diyerek çığlıklar atınca ses köyün her yerinde yankılandı. Cihangir ve arkadaşları toplandılar. Öğretmenlerinden izin aldılar. Cenaze evine gittiler. Hamdi’nin teneşir tahtasında yıkanan cesedine son kez baktılar. Hepsinin gözleri yaşardı. Gözlerinden akan yaşları gizlice sildiler. Cenaze yıkandı. Kefenlendi. Sal tahtasına yerleştirildi. Orada bulunanlar sal tahtasının kollarından tutarak cenazeyi mezarlık yakınındaki musalla taşının üzerine koydular. İmam geldi. Cenaze namazını kıldırdı. İmam “Hakkınızı helal edin” dedi. Cemaat hep birlikte “Helal olsun” dediler. Cenazeyi köy mezarlığına getirerek defnettiler.
    Arkadaşları hüzünlü bir şekilde okullarına döndüler. Öğretmenleri tarım ilacının zararlarından bahsetti. Hamdi’ye üzüldüğünü, bir daha bit yoklamasının yapılmayacağını söyledi. Cihangir ve arkadaşları bir daha bit yoklaması yapılmayacağına sevindiler ama buruk bir sevinçti bu. Çok üzülmüşlerdi.  Arkadaşlarının bit yüzünden ölmesini kabullenemediler.

                                                                                                                                                                                            
      Cihangir ve arkadaşları hüzünlü bir şekilde okuldan çıktılar. Seksek, yakan top, arası kesti gibi oyunlar oynadılar. Hamdi’nin eksikliğini oyunlarda hep fark ettiler. Akşam olunca öğretmenlerinin verdiği ev ödevlerini her günkü gibi bir arkadaşlarının evinde toplanıp yaptılar. 
        Artık okulun son günleri idi. Bahar da gelmişti. Okulun çevresindeki söğüt ağaçları yeşile boyanmış, erik ağaçları çiçek açmış, renk renk kelebekler uçmaya başlamıştı. Köyden geçen derenin suları bahar yağmurları ile çoğalmış, bulanık akmaya başlamıştı. Koyun çobanları hemen her akşam heybelerinde birkaç taze kuzuyla köye dönüyorlardı. Sabah ve akşam saatlerinde okul yolu koyun ve kuzu sesleriyle çınlıyordu.
        İşte böyle bir akşamüstü Cihangir titreyerek evlerine vardı. Pencere önünde duran su tasını aldı. Güğümdeki sudan tasa doldurdu. Suyu zorla yuttu.  Boynunun ön kısmında, çenesinin altında şişlik ve ağrıyı hissetti. Sesi kısıldı. Boğazını eliyle yokladı. Boğazı şişti. Kimseye söylemeden erkenden yattı. Sabaha kadar yatakta bir sağa bir sola dönüp durdu. “Ben de Hamdi arkadaşım gibi mi olacağım?” diye düşündü. Sabah oldu boğazının ön kısmındaki şişliği annesine gösterdi. Annesi oğlunun boğazına baktı. “Oğlum sende kuşpalazı çıkmış. Birkaç tane kuş ölüsü gerek” dedi.
      Evinden çıktı. Köyde “Zalım Avcı” olarak bilinen Fahri’yi buldu. Ona “İki serçe vurur musun? dedi. Fahri “Serçeyi ne yapacaksın?” diye sordu. “Çocuğun boğazında yalancı kuşpalazı çıkmış da onun için.”
     Zalım Avcı Fahri tüfeğini aldı. Fişeklikten iki tane fişek çıkardı. Tüfeğinin namlusuna yerleştirdi. Evinin önündeki iğde ağacında bulunan kuşlara nişan aldı. Tetiğe bastı. Üç serçe çırpınarak yere düştü. Cihangir’in annesi serçeleri alıp evine vardı. Serçeleri dibeğin içine koyup iyice dövdü. Dövme işlemi bitince macun haline gelmiş serçelerin etlerini Cihangir’in boynuna sürdü. Üzerini temiz bir bezle sardı. Üç gün boyunca yataktan çıkmayan Cihangir dördüncü gün erkenden uyandı. Kendini çok iyi hissetti. “Anne ben iyileştim” dedi. Annesi Cihangir’in boynundaki sargıları çıkardı. “Şiş inmiş, yara temizlenmiş” dedi. Cihangir derinden bir oh çekti. “Ben gidiyorum anne” diyerek sokağa fırladı.
     Hamdi’nin annesi ile karşılaştı. Birden “Hamdi nerede?” diyecek gibi oldu. Hamdi’nin öldüğünü hatırladı. Boğazı düğümlendi. Bir süre konuşamadı. “Bundan böyle Hamdi’nin kuzularını ben güdeyim” dedi. “Sen çok yaşa oğlum; eve gidelim de Hamdi’nin kitap ve defterlerini sana vereyim.” Eve gittiler. Hamdi’nin kitap, defter ve kalemlerini topladılar. Sessizce ağlaştılar. “Tek arzumuz Hamdi’yi okutmaktı. Ama olmadı. Takdir-i ilahi işte! Onun yerine senin okuyup büyük bir adam olmanı istiyorum yavrum” dedi.
Hüseyin AKTE

KANLI BAHÇE

       
   Aladağların eteklerinden çıkan Ecemiş çayının batı yakasında yükselen dağların derin vadileri arasında yer alan Üskül köyü; koyunu, elması, kirazı ve üzümü ile ünlüdür. Bu köyde yetişen Amasya elmaları mayıs ayına kadar bozulmadan evlerin altlarına yapılan ambarlarda saklanır. Baharla birlikte ambarlarda saklanan elmalar Türkiye’nin dört bir yerinden gelen tüccarlara satılırdı. Dağlara yağan karlar bir kış boyunca yolların kapanmasına neden olurdu. Baharla birlikte yollar açılır, yaylalarda karların erimesiyle yeşeren otlar dağları al yeşil renge boyar. Seher vakti dağlardan esen yel yaylalarda açan kır çiçeklerinin kokusunu Çukurova’ya doğru taşırdı. Bu yaylalarda yetişen koyunların eti ve sütü bambaşkaydı.
     Aradan yıllar geçti.  Dağlara yağan karlar yağmaz oldu. Yaylalardaki pınarlar kurudu. Derelerin suları yavaş yavaş çekildi.
     O yıl köyümüzde görülmemiş bir kuraklık oldu. Köyümüzdeki pınarların ve derelerin suları azaldıkça azaldı. Bahçeler susuzluktan kurumaya başladı. Bizim de Martağılyeri deresinde amcam Candarma Mustafa ile ortak on dönüm elma bahçemiz vardı. Bahçemizdeki ağaçların yaprakları susuzluktan sararıp solmuş ve dökülmeye başlamıştı. Aradan birkaç gün geçmişti. Köyün su bekçisi Yivli Mustafa, anneme bahçemizin sulama sırasının geldiğini söylemiş. Annem de “Oğlum, bahçenin suyu gelmiş. Amcanın oğluna söyle de birlikte bahçeyi sulamaya gidin” dedi. Amcaoğlu Hüseyin’e hemen haber verip yola çıkmak için gerekli olan kürek, el feneri, birkaç günlük yiyecek ve yatmak içinde gerekli olan iki battaniye ile iki minder aldık. Eşeklerimize yükledik ve yola çıktık. Yol boyunca uzanan dere kenarında yaprakları sarı sarı ceviz ağaçları vardı.  Bu ağaçlardan ceviz toplayan çocukların arasından geçtik. Dereye su içmeye gelip su bulamayan kuşları, kertenkeleleri ve kurbağaları gördük. Yol boyunca bahçe kenarlarındaki kavak, söğüt ve iğde ağaçlarının sararıp solduğunu ve yapraklarının döküldüğünü seyrettik. Suyun canlılar için ne kadar önemli olduğunu düşündük. Köyümüzün derelerine büyük göletler yapılsa bu bahçeler kurumazdı dedik. Tepeleri aştık. Yaylalardan eşeklere binip köye dönen, yanakları mosmor olmuş genç kızlarla karşılaştık. Bizi gören genç kızların eşeklerine “deh, deh” diyerek ve gülümseyerek uzaklaşmaya çalıştıklarını izledik.
      Bahçemize vardık. Eşeklerimizden indik. Eşyalarımızı indirdik. Bahçenin otlu bir yerine eşeklerimizi bağladık. Bahçemizdeki elma, erik, armut ve şeftali ağaçlarından kopardığımız meyvelerden yedik. Küreğimizi aldık. Derede akan suyu bahçemize saldık. Elma yiyerek, sohbet ederek bahçeyi sulamaya başladık. Güneş yavaş yavaş batarken ağaçların gölgeleri uzadıkça uzadı. Bir süre sonra her tarafı karanlık sardı. Gökyüzünde akşam yıldızı göründü. Amcaoğlu Hüseyin’e “Sen yat; ben ağaçları sulayayım. Benim uykum gelince seni kaldırırım; biraz da sen sularsın” dedim. Amcaoğlu yattı.  Ben de küreğimi elime aldım. Bir elma ağacının dibine oturdum ve ağaca yaslandım. Çevremde cır cır diyerek öten böcek sesleri dışında beni rahatsız eden hiçbir ses yoktu. Kafamı kaldırdım Gökyüzüne baktım. Gökyüzünü hiç bu kadar berrak görmemiştim. Harikulade bir manzara!.. Bir süre ayı ve yıldızları seyrettim. Yıldızları seyrederken aklıma gelen bir türküyü söylemeye başladım:

Aman  bir yıldız doğdu yüceden
Yar yar  yar yar aman
Şavkı vurur pencereden bacadan
Yar yar  yar yar aman
Aleyli leyli

Kavlimiz var dün geceden
Aman kavlimiz var dün geceden
Yar yar  yar yar aman
Niye doğdun evler yıkan
Beller büken yıldız”

     Bu yıldızlardan hangisi Zühal yıldızı acaba sorusunu kendime sordum. Mutlaka bunların en parlağı Zühal yıldızıdır. Okulumuzun en güzel kızı Zühal’i hatırladım. Onun da gökteki yıldızlar gibi benden çok uzakta olduğunu düşündüm. Binlerce gök cisminin birbirine çarpmadan hareket ettiklerini; birinin doğarken diğerinin battığını gördüm. O arada bir kuyruklu yıldızın kaydığını izledim. Annemin “Çobanyıldızı doğunca sabah namazının vakti girer” dediğini hatırladım. Ve çobanyıldızının doğmasını bekledim.
     Bir süre sonra dağların eteklerinden gelen köpeklerin havlama sesini işittim. Koyunların çan seslerini duydum. Koyunları güden çobanın yanık yanık söylediği türküyü dinledim.
“Geceler yarim oldu
Anam anam garibem
Ağlamak kârim oldu
Anam anam garibem

Her dertten yıkılmazdım
Anam anam garibem
Sebebim zalim oldu
Anam anam garibem”


     Çobanın söylediği bu türkü beni derinden etkiledi. Çobanın da çok dertli olduğunu düşündüm. Derken tan yeri ağardı. Hava iyiden iyiye soğudu. Üzerime bir ağırlık çöktü. Uykum da geldi. Oturduğum yerden kalktım. Küreğimi elime aldım. Suyu, iki elma ağacının dibine saldım. Yatmakta olan amcaoğlu Hüseyin’in yanına vardım. Battaniyeyi üzerime çektim. Sağ kolumun üzerine başımı koydum. Bahçeyi sulaması için amcaoğlu Hüseyin’e seslendim. Hüseyin kalktı. El fenerini yaktı. Elmaların dibine akan suya baktı. “Ağabey bu ağaçlar sulanmış” dedi. Ben de “Suyun yerini değiştir o zaman” dedim. Yavaş yavaş gözlerim kapandı. Bir süre sonra uyumuşum. Bahçemizin kenarındaki yoldan geçen insanların sesleriyle uyandım. Üzerimdeki battaniyeyi attım ve doğruldum. Birde ne göreyim !.. On-oniki yaşlarında bir kız çocuğunun “Baba, baba beni kurtar!..” diye bağırdığını ve yolda hızla koşan bir tay tarafından sürüklendiğini gördüm. Kızı kurtarmak için koştuk. Ama tay dağa doğru kaçıyordu. Çocuğu da arkasında sürüklüyordu. Derken tayın başındaki yular sıyrıldı. Çocukta olduğu yerde kala kaldı. Çocuğun yanına vardık. Ne görelim!.. Yerde sürüklenen kızın elbiseleri parçalanmış, sarı saçlarının arası kuru otlarla dolmuş, kafatasının ön kısmında derin bir kesik oluşmuş. Babası yerde yatan kızını kucağına aldı. “Canım anam, sarıkızım sana ne oldu? Allahııııım!.. Neydi günahım!... Başıma bunlarda mı gelecekti? Şimdi ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Annene ne diyeyim? Sarı kızım, kınalı kuzum keşke ben ölseydim de bunlar senin başına gelmeseydi !” diyerek ellerini göğsüne vuruyordu. Kızcağızın ağzından köpükler, yaralanan kafasından da kanlar akıyordu. Yerde sürüklenen çocuğun elinde ve belinde tayın yularına bağlanan ipin sarılı olduğunu gördüm. Bu arada ben ve amcamın oğlu meydana gelen olay karşısında korkmuş ve şaşırmıştık. Ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Çocuk çırpınıyor ama elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Amcaoğluna “Köye git bir araba bul getir; çocuğu doktora götürelim” dedim. Amcaoğlu koşarak köyün yolunu tuttu. Kızın babası da bana dönerek “Kısrağa bin, bizim yaylaya çabuk git, yengeni al da gel” dedi.  Bu arada kızcağız can çekişiyor; parçalanan başından akan kanlar babasının dizlerine dökülüyordu. Babası da kızının yaralarından akan kanı durdurmak için gömleğinden bir parça kumaş kopararak kanayan yaraya sarıyordu.
    Hemen kısrağın yanına gittim. Kısrağın yularını sağ elime aldım. Hayvanı yol kenarındaki yüksekçe bir taşın yanına getirdim. Taşın üzerine çıktım. Kısrağın yelesinden tutarak üzerine bindim. Kısrağın karnına ayaklarımla vurarak koşturmaya başladım. Bir taraftan da yenge hanıma ne diyeceğimi düşünüyordum. “Kızın yolda giderken tay ürktü sizin kız da elindeki ipi eline sardığından bırakamadı. Bırakamayınca da tay çocuğu yerde uzun süre sürükledi. Yerdeki taşlarda kızınızın kafasını parçaladı” diyemezdim. En iyisi, eşin ve kızın bizim bahçenin üzerine gelince seslere uyandık. Yattığımız yerden aniden doğrulunca tay ürktü. Sizin kızı düşürdü. Meraklanacak bir şey yok” diyebilirdim.
     Altımdaki kısrak öyle hızlandı ki bir an beni üzerinden atacak sandım. Hayvanın yelesine iyice sarıldım. Dereleri aştım. Tepelerden geçtim. Yellikaş yaylasına ulaştım. Beni gören yaylacılar dedi ki “Hayırdır, sen buralara gelmezdin? Bir şey mi oldu?” Kısraktan inip bir nefeslendim.  “Ahmet ağabeyin hanımını görmek istiyorum” dedim. Ahmet ağabeyin hanımını çağırdılar. Kadıncağız koşarak yanıma geldi. “Hayırdır, ne oldu, yoksa kötü bir haber mi getirdin?” dedi. Ben de yolda düşündüğüm şekilde olayı anlattım. “Meraklanacak bir şey yok” dedim. Kadıncağız “Sen doğru söylemiyorsun, kötü bir şey oldu. Allah aşkına bana doğruyu söyle canım” diye yalvarmaya başladı. Ben de “Meraklanacak bir şey yok” dedim. Kısrağı yüksekçe bir taşın yanına çektim. Kadıncağızı bindirdim. Yola koyulduk. Ben önde, kadıncağız arkada. Hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Zaman geçmek bilmiyor. Kadıncağızın kaygılı, korkulu sorularına cevap vermekte zorlanıyorum. Az gittik uz gittik. Nihayet kazanın olduğu yere yaklaştık. Bir otomobilin kazanın olduğu yere hızla geldiğini gördük. Bir süre sonra amcaoğluyla birlikte gelen üç kişi otomobilden indi. Çocuğu ve babasını arabaya bindirdiler. Hızlı bir şekilde hastahanenin yolunu tuttular.
    Bir vakit sonra kazanın olduğu yere geldik. Amcaoğlu Hüseyin’e “Ne oldu? Çocuk yaşıyor mu? Hele bir anlat” dedim. Amcaoğlu da çocuğun yaşadığını, gelen kişilerin çocuğu hastaneye götürdüklerini söyledi. Bunun üzerine kadıncağız ağıtlar yakarak hiç beklemeden köyün yolunu tuttu.
     Bu arada kalan yeri sulamak için bahçeye indik. İkindi vakti girmeden bahçeyi suladık. Köyün yolunu tuttuk. Kara haber tez duyulur derler ya köye vardığımızda çocuğun yolda öldüğü haberini aldık.
    Bu çocuğun ölümünden kimin sorumlu olduğunu hep düşündüm. Aradan yıllar geçti ama bu acı olayı hiç unutamadım. Ne zaman o bahçeye yolum düşse üzerime bir hüzün çöker; gözlerim dolar. O günü bütün dehşetiyle yeniden yaşamış gibi olurum.

     Hüseyin AKTE

DALLARI BASTI KİRAZ

     
                                                             
   
    Küçük bir derenin kenarından geçen dar bir yolda ilerlerken; yol üstünde, tek katlı, önü balkonlu, üzeri sundurmalı, beş basamaklı merdivenle çıkılan bir köy kahvesi gördüm.  Kahvenin merdivenlerini ağır ağır çıktım. Kahvenin işlemeli ve mavi boyalı demir kapısından; içeri girdim. İçeriye sinmiş olan ağır sigara kokusunu iliklerime kadar hissettim. Hemen geri dönüp dışarı çıkmak istedim. Lakin kapıdan içeri girdiğimi gören kahveci “Buyurun! Buyurun!” diyerek kahvenin bir köşesinde üst üste konulmuş beyaz plastik sandalyelerden birini alarak gençlerin oturduğu bir masanın yanı başına koydu. “Buyurun! Oturun! Ne içersiniz?” dedi. “Çay alayım” dedim. Kahveye bir göz gezdirdim. Kahvede bulunanların çoğu tanıdık. Ama oyunun heyecanından olsa gerek kahveye gireni ve çıkanı hiç fark etmiyorlardı. Kahvehanede beş oyun masası ve bu masaların etrafına oturmuş otuza yakın müşteri vardı. Yerlerde sigara izmaritleri, duvarda sararmış solmuş bir duvar takvimi… Yıl 1985. Aylardan temmuz, günlerden pazar. Görünen o ki takvimin yaprakları uzun bir süre koparılmamış.
   Kahvehanenin sol köşesinde beyaz renkli fayanslardan yapılmış çay ocağı üzerinde kirlenmiş bir davlumbaz, önünde paslanmaz çelikten yapılmış bir semaver üzerinde iki demlik duruyor. Biri büyük, diğeri küçük. Ocak sonuna kadar açık. Semaverdeki suyun sesi insan sesine karışıyor. Semaverden savrulan su buharı kahvenin içini doldururken, çay tezgâhının önünde dikili duran kahveci çay bardaklarını çeşmenin musluğunu açarak yıkadı. Sonra da semaverin musluğunun açıp sıcak suyla çalkaladı. Yıkadığı bardakları tezgâhın önüne sıraladı. Semaverin üzerinden demliği aldı, orada bulunan bardakların yarısına dem doldurduktan sonra diğer yarısını da semaverde kaynayan sıcak suyla doldurdu. Sonra “Tavşankanı çay, tavşankanı!” diyerek bana ve oyun masasındaki müşterilere dağıttı.
     Ben kahvecinin getirdiği tavşankanı çayı yavaş yavaş yudumlarken yan masada oturan gençlerden biri “Haydi arkadaşlar kiraz çalmaya gidelim. Pınarbaşı’n da kirazlar olmuş” dedi. Masada oturanlardan üçü “Tamam gidelim” dediler. Diğer genç ise “Ben gitmiyorum siz de gitmeyin” dedi. Arkadaşları “Oyunbozanlık yapma! Kalk gidelim! Midemiz bayram etsin” dediler. Oturdukları masadan kalktılar arkadaşlarının kollarından tutarak kaldırmaya çalıştılar ama o Nuh diyor peygamber demiyordu. “Arkadaşım! Bizimle niçin gelmiyorsun? Neden oyunbozanlık yapıyorsun” dediler. Genç, derin bir nefes alıp konuşmaya başladı: “Oturun da size neden gitmediğimi anlatayım” dedi. Gençler masaya tekrar oturdular. Arkadaşlarını dinlemeye başladılar.
    “Ben on iki on üç yaşlarında bir çocuktum. Pınarbaşı’ndaki bahçemizi sulamaya gitmiştim. Bahçeyi sularken komşunun bahçesindeki kirazların kıpkırmızı olduğunu gördüm. Komşunun bahçesine baktım kimsecikler yok. Dayanamadım. Atladım komşuların bahçesine. Bir anda çıktım kiraz ağacına; birkaç tane kiraz yemiştim ki! Bizim komşunun elinde kocaman bir taş kiraz ağacının altında. Bir an korkudan rengim soldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Birden ağaçtan aşağı atlayarak kaçmak istedim. Yere baktım yerden çok yüksekteyim. Korktum atlayamadım. Bahçe komşumuz yüksek bir sesle“Sen ye diye mi yetiştirdim ben bu kirazları! Çabuk ayakkabını ve üzerindeki çamaşırları çıkar? Aşağıya at yoksa seni şuracıkta öldürür; derin bir çukur açar, gömerim, kimsenin haberi olmaz” dedi.  Ben de istemeye, istemeye üzerimdeki çamaşırları çıkardım aşağıya attım. Komşu küfürler ederek benim ayakkabımı ve çamaşırlarımı yerden aldığı gibi köyün yolunu tuttu. Ben de ağaçta yarı çıplak bir vaziyette kalakaldım. Yavaşça ağaçtan aşağı indim. Kendi bahçemize geçtim. Issız bir yere oturdum başladım düşünmeye. “Ben bu halde eve nasıl giderim. Görenlere ne derim. Ya babam duyarsa beni döve döve öldürür; nerden gördüm bu kirazları gözlerim kör olaydı da görmez olsaydım” diyordum.
    Bir süre sonra babam elinde bir çantayla bahçeye geldi. Çantayı önüme atarak “Çabuk şu çamaşırlarını giy” dedi. Çamaşırları giydim. Babamın karşısına oturdum.  Babam “Oğlum sen ne yaptın! Ben seni hırsızlık yap diye mi yetiştirdim. Beni konu komşuya rezil ettin! Yazıklar olsun sana! Yedirdiğim ekmekler haram zıkkım olsun. Hiç mi kiraz görmedin! Zıkkım yiyesiye” dedikten sonra yüzüme iki tokat patlattı. “Düş önüme köye gidiyoruz” dedi. Yediğim tokattan yüzüm ateş gibi yandı. Ama buna da razıydım. “Ya babam çamaşırlarımı getirmeseydi. Ne yapardım.”
        Babam önde ben arkada düştük köyün yoluna. Yol boyunca babam benimle hiç konuşmuyor. Sigaranın birini yakıyor, birini söndürüyordu. Derken köye geldik. Köy kahvesinin önünden geçiyorduk ki kahvenin önünde oturan tanıdıklar babama “Hayırdır! Size ne oldu?  Bugün bir hal var sizde” dediler. Babam da “Bizim oğlan komşunun bahçesine kiraz yemeye girmiş; o sırada komşu da bahçesine varmış. Bizim oğlanı kirazın dalında yakalamış. Çocuğun çamaşırlarını alıp gelmiş bizim eve. Ben de evde kitap okuyordum. Birden kapı çalındı.  Kapıyı açtım. Bir de ne göreyim! Bizim bağ komşusu yüksek bir sesle “Komşu şu çamaşırlara iyi bak tanıyabilecek misin?” dedi. Çamaşırlara baktım çamaşırlar benim oğlanın “Komşum hayırdır? Benim oğlana bir şey mi oldu? Bu çamaşırlar sende ne arar?” derken “Oğlunu benim bahçede kiraz çalarken yakaladım. Çocuğunun terbiyesini ver. Bak bir daha affetmem, ayaklarını kırarım!” dedi. Ben de “Komşu çocuktur. Sen hiç çocuk olmadın mı?  Sen hiç kiraz çalmadın mı? Bir avuç kiraz için bu yapılır mı? Yaptığın komşuluğa sığar mı?” dedim. Sesini yükseltip hemen cevap verdi: “Ben bu kiraz ağacını dikeli on yıl oldu; on yıldır bir avuç kiraz yemedim. Bir kiraz fidanı alıp bahçenize dikseydiniz çocuğunuz bunu yapmazdı” dedi. “Haklısın komşu dedim. Çocuğun çamaşırlarını alıp bahçeye götürdüm. Şimdi oradan geliyoruz” dedi. Babam bana “Sen eve git; seninle sonra konuşuruz”dedi. Kendisi kahvede kaldı.
   Bir süre sonra eve geldim. Bir daha hırsızlık yapmayacağıma kendi kendime söz verdim. “İşte arkadaşlar o günden beri ben hırsızlık yapmam, siz de yapmayın.” Arkadaşları da “Doğru söylüyorsun. Kalkın futbol maçı yapalım” diyerek kahveden çıktılar. Ben de bu arada çayımı bitirdim. Kahveciye çay parasını verdim sessizce oradan ayrıldım.
                                                                             
         
Hüseyin AKTE