30 Haziran 2011 Perşembe

KANLI BAHÇE

       
   Aladağların eteklerinden çıkan Ecemiş çayının batı yakasında yükselen dağların derin vadileri arasında yer alan Üskül köyü; koyunu, elması, kirazı ve üzümü ile ünlüdür. Bu köyde yetişen Amasya elmaları mayıs ayına kadar bozulmadan evlerin altlarına yapılan ambarlarda saklanır. Baharla birlikte ambarlarda saklanan elmalar Türkiye’nin dört bir yerinden gelen tüccarlara satılırdı. Dağlara yağan karlar bir kış boyunca yolların kapanmasına neden olurdu. Baharla birlikte yollar açılır, yaylalarda karların erimesiyle yeşeren otlar dağları al yeşil renge boyar. Seher vakti dağlardan esen yel yaylalarda açan kır çiçeklerinin kokusunu Çukurova’ya doğru taşırdı. Bu yaylalarda yetişen koyunların eti ve sütü bambaşkaydı.
     Aradan yıllar geçti.  Dağlara yağan karlar yağmaz oldu. Yaylalardaki pınarlar kurudu. Derelerin suları yavaş yavaş çekildi.
     O yıl köyümüzde görülmemiş bir kuraklık oldu. Köyümüzdeki pınarların ve derelerin suları azaldıkça azaldı. Bahçeler susuzluktan kurumaya başladı. Bizim de Martağılyeri deresinde amcam Candarma Mustafa ile ortak on dönüm elma bahçemiz vardı. Bahçemizdeki ağaçların yaprakları susuzluktan sararıp solmuş ve dökülmeye başlamıştı. Aradan birkaç gün geçmişti. Köyün su bekçisi Yivli Mustafa, anneme bahçemizin sulama sırasının geldiğini söylemiş. Annem de “Oğlum, bahçenin suyu gelmiş. Amcanın oğluna söyle de birlikte bahçeyi sulamaya gidin” dedi. Amcaoğlu Hüseyin’e hemen haber verip yola çıkmak için gerekli olan kürek, el feneri, birkaç günlük yiyecek ve yatmak içinde gerekli olan iki battaniye ile iki minder aldık. Eşeklerimize yükledik ve yola çıktık. Yol boyunca uzanan dere kenarında yaprakları sarı sarı ceviz ağaçları vardı.  Bu ağaçlardan ceviz toplayan çocukların arasından geçtik. Dereye su içmeye gelip su bulamayan kuşları, kertenkeleleri ve kurbağaları gördük. Yol boyunca bahçe kenarlarındaki kavak, söğüt ve iğde ağaçlarının sararıp solduğunu ve yapraklarının döküldüğünü seyrettik. Suyun canlılar için ne kadar önemli olduğunu düşündük. Köyümüzün derelerine büyük göletler yapılsa bu bahçeler kurumazdı dedik. Tepeleri aştık. Yaylalardan eşeklere binip köye dönen, yanakları mosmor olmuş genç kızlarla karşılaştık. Bizi gören genç kızların eşeklerine “deh, deh” diyerek ve gülümseyerek uzaklaşmaya çalıştıklarını izledik.
      Bahçemize vardık. Eşeklerimizden indik. Eşyalarımızı indirdik. Bahçenin otlu bir yerine eşeklerimizi bağladık. Bahçemizdeki elma, erik, armut ve şeftali ağaçlarından kopardığımız meyvelerden yedik. Küreğimizi aldık. Derede akan suyu bahçemize saldık. Elma yiyerek, sohbet ederek bahçeyi sulamaya başladık. Güneş yavaş yavaş batarken ağaçların gölgeleri uzadıkça uzadı. Bir süre sonra her tarafı karanlık sardı. Gökyüzünde akşam yıldızı göründü. Amcaoğlu Hüseyin’e “Sen yat; ben ağaçları sulayayım. Benim uykum gelince seni kaldırırım; biraz da sen sularsın” dedim. Amcaoğlu yattı.  Ben de küreğimi elime aldım. Bir elma ağacının dibine oturdum ve ağaca yaslandım. Çevremde cır cır diyerek öten böcek sesleri dışında beni rahatsız eden hiçbir ses yoktu. Kafamı kaldırdım Gökyüzüne baktım. Gökyüzünü hiç bu kadar berrak görmemiştim. Harikulade bir manzara!.. Bir süre ayı ve yıldızları seyrettim. Yıldızları seyrederken aklıma gelen bir türküyü söylemeye başladım:

Aman  bir yıldız doğdu yüceden
Yar yar  yar yar aman
Şavkı vurur pencereden bacadan
Yar yar  yar yar aman
Aleyli leyli

Kavlimiz var dün geceden
Aman kavlimiz var dün geceden
Yar yar  yar yar aman
Niye doğdun evler yıkan
Beller büken yıldız”

     Bu yıldızlardan hangisi Zühal yıldızı acaba sorusunu kendime sordum. Mutlaka bunların en parlağı Zühal yıldızıdır. Okulumuzun en güzel kızı Zühal’i hatırladım. Onun da gökteki yıldızlar gibi benden çok uzakta olduğunu düşündüm. Binlerce gök cisminin birbirine çarpmadan hareket ettiklerini; birinin doğarken diğerinin battığını gördüm. O arada bir kuyruklu yıldızın kaydığını izledim. Annemin “Çobanyıldızı doğunca sabah namazının vakti girer” dediğini hatırladım. Ve çobanyıldızının doğmasını bekledim.
     Bir süre sonra dağların eteklerinden gelen köpeklerin havlama sesini işittim. Koyunların çan seslerini duydum. Koyunları güden çobanın yanık yanık söylediği türküyü dinledim.
“Geceler yarim oldu
Anam anam garibem
Ağlamak kârim oldu
Anam anam garibem

Her dertten yıkılmazdım
Anam anam garibem
Sebebim zalim oldu
Anam anam garibem”


     Çobanın söylediği bu türkü beni derinden etkiledi. Çobanın da çok dertli olduğunu düşündüm. Derken tan yeri ağardı. Hava iyiden iyiye soğudu. Üzerime bir ağırlık çöktü. Uykum da geldi. Oturduğum yerden kalktım. Küreğimi elime aldım. Suyu, iki elma ağacının dibine saldım. Yatmakta olan amcaoğlu Hüseyin’in yanına vardım. Battaniyeyi üzerime çektim. Sağ kolumun üzerine başımı koydum. Bahçeyi sulaması için amcaoğlu Hüseyin’e seslendim. Hüseyin kalktı. El fenerini yaktı. Elmaların dibine akan suya baktı. “Ağabey bu ağaçlar sulanmış” dedi. Ben de “Suyun yerini değiştir o zaman” dedim. Yavaş yavaş gözlerim kapandı. Bir süre sonra uyumuşum. Bahçemizin kenarındaki yoldan geçen insanların sesleriyle uyandım. Üzerimdeki battaniyeyi attım ve doğruldum. Birde ne göreyim !.. On-oniki yaşlarında bir kız çocuğunun “Baba, baba beni kurtar!..” diye bağırdığını ve yolda hızla koşan bir tay tarafından sürüklendiğini gördüm. Kızı kurtarmak için koştuk. Ama tay dağa doğru kaçıyordu. Çocuğu da arkasında sürüklüyordu. Derken tayın başındaki yular sıyrıldı. Çocukta olduğu yerde kala kaldı. Çocuğun yanına vardık. Ne görelim!.. Yerde sürüklenen kızın elbiseleri parçalanmış, sarı saçlarının arası kuru otlarla dolmuş, kafatasının ön kısmında derin bir kesik oluşmuş. Babası yerde yatan kızını kucağına aldı. “Canım anam, sarıkızım sana ne oldu? Allahııııım!.. Neydi günahım!... Başıma bunlarda mı gelecekti? Şimdi ben ne edeyim? Nerelere gideyim? Annene ne diyeyim? Sarı kızım, kınalı kuzum keşke ben ölseydim de bunlar senin başına gelmeseydi !” diyerek ellerini göğsüne vuruyordu. Kızcağızın ağzından köpükler, yaralanan kafasından da kanlar akıyordu. Yerde sürüklenen çocuğun elinde ve belinde tayın yularına bağlanan ipin sarılı olduğunu gördüm. Bu arada ben ve amcamın oğlu meydana gelen olay karşısında korkmuş ve şaşırmıştık. Ne yapacağımızı bilemez haldeydik. Çocuk çırpınıyor ama elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Amcaoğluna “Köye git bir araba bul getir; çocuğu doktora götürelim” dedim. Amcaoğlu koşarak köyün yolunu tuttu. Kızın babası da bana dönerek “Kısrağa bin, bizim yaylaya çabuk git, yengeni al da gel” dedi.  Bu arada kızcağız can çekişiyor; parçalanan başından akan kanlar babasının dizlerine dökülüyordu. Babası da kızının yaralarından akan kanı durdurmak için gömleğinden bir parça kumaş kopararak kanayan yaraya sarıyordu.
    Hemen kısrağın yanına gittim. Kısrağın yularını sağ elime aldım. Hayvanı yol kenarındaki yüksekçe bir taşın yanına getirdim. Taşın üzerine çıktım. Kısrağın yelesinden tutarak üzerine bindim. Kısrağın karnına ayaklarımla vurarak koşturmaya başladım. Bir taraftan da yenge hanıma ne diyeceğimi düşünüyordum. “Kızın yolda giderken tay ürktü sizin kız da elindeki ipi eline sardığından bırakamadı. Bırakamayınca da tay çocuğu yerde uzun süre sürükledi. Yerdeki taşlarda kızınızın kafasını parçaladı” diyemezdim. En iyisi, eşin ve kızın bizim bahçenin üzerine gelince seslere uyandık. Yattığımız yerden aniden doğrulunca tay ürktü. Sizin kızı düşürdü. Meraklanacak bir şey yok” diyebilirdim.
     Altımdaki kısrak öyle hızlandı ki bir an beni üzerinden atacak sandım. Hayvanın yelesine iyice sarıldım. Dereleri aştım. Tepelerden geçtim. Yellikaş yaylasına ulaştım. Beni gören yaylacılar dedi ki “Hayırdır, sen buralara gelmezdin? Bir şey mi oldu?” Kısraktan inip bir nefeslendim.  “Ahmet ağabeyin hanımını görmek istiyorum” dedim. Ahmet ağabeyin hanımını çağırdılar. Kadıncağız koşarak yanıma geldi. “Hayırdır, ne oldu, yoksa kötü bir haber mi getirdin?” dedi. Ben de yolda düşündüğüm şekilde olayı anlattım. “Meraklanacak bir şey yok” dedim. Kadıncağız “Sen doğru söylemiyorsun, kötü bir şey oldu. Allah aşkına bana doğruyu söyle canım” diye yalvarmaya başladı. Ben de “Meraklanacak bir şey yok” dedim. Kısrağı yüksekçe bir taşın yanına çektim. Kadıncağızı bindirdim. Yola koyulduk. Ben önde, kadıncağız arkada. Hızlı bir şekilde ilerliyoruz. Zaman geçmek bilmiyor. Kadıncağızın kaygılı, korkulu sorularına cevap vermekte zorlanıyorum. Az gittik uz gittik. Nihayet kazanın olduğu yere yaklaştık. Bir otomobilin kazanın olduğu yere hızla geldiğini gördük. Bir süre sonra amcaoğluyla birlikte gelen üç kişi otomobilden indi. Çocuğu ve babasını arabaya bindirdiler. Hızlı bir şekilde hastahanenin yolunu tuttular.
    Bir vakit sonra kazanın olduğu yere geldik. Amcaoğlu Hüseyin’e “Ne oldu? Çocuk yaşıyor mu? Hele bir anlat” dedim. Amcaoğlu da çocuğun yaşadığını, gelen kişilerin çocuğu hastaneye götürdüklerini söyledi. Bunun üzerine kadıncağız ağıtlar yakarak hiç beklemeden köyün yolunu tuttu.
     Bu arada kalan yeri sulamak için bahçeye indik. İkindi vakti girmeden bahçeyi suladık. Köyün yolunu tuttuk. Kara haber tez duyulur derler ya köye vardığımızda çocuğun yolda öldüğü haberini aldık.
    Bu çocuğun ölümünden kimin sorumlu olduğunu hep düşündüm. Aradan yıllar geçti ama bu acı olayı hiç unutamadım. Ne zaman o bahçeye yolum düşse üzerime bir hüzün çöker; gözlerim dolar. O günü bütün dehşetiyle yeniden yaşamış gibi olurum.

     Hüseyin AKTE

Hiç yorum yok: