30 Haziran 2011 Perşembe

DALLARI BASTI KİRAZ

     
                                                             
   
    Küçük bir derenin kenarından geçen dar bir yolda ilerlerken; yol üstünde, tek katlı, önü balkonlu, üzeri sundurmalı, beş basamaklı merdivenle çıkılan bir köy kahvesi gördüm.  Kahvenin merdivenlerini ağır ağır çıktım. Kahvenin işlemeli ve mavi boyalı demir kapısından; içeri girdim. İçeriye sinmiş olan ağır sigara kokusunu iliklerime kadar hissettim. Hemen geri dönüp dışarı çıkmak istedim. Lakin kapıdan içeri girdiğimi gören kahveci “Buyurun! Buyurun!” diyerek kahvenin bir köşesinde üst üste konulmuş beyaz plastik sandalyelerden birini alarak gençlerin oturduğu bir masanın yanı başına koydu. “Buyurun! Oturun! Ne içersiniz?” dedi. “Çay alayım” dedim. Kahveye bir göz gezdirdim. Kahvede bulunanların çoğu tanıdık. Ama oyunun heyecanından olsa gerek kahveye gireni ve çıkanı hiç fark etmiyorlardı. Kahvehanede beş oyun masası ve bu masaların etrafına oturmuş otuza yakın müşteri vardı. Yerlerde sigara izmaritleri, duvarda sararmış solmuş bir duvar takvimi… Yıl 1985. Aylardan temmuz, günlerden pazar. Görünen o ki takvimin yaprakları uzun bir süre koparılmamış.
   Kahvehanenin sol köşesinde beyaz renkli fayanslardan yapılmış çay ocağı üzerinde kirlenmiş bir davlumbaz, önünde paslanmaz çelikten yapılmış bir semaver üzerinde iki demlik duruyor. Biri büyük, diğeri küçük. Ocak sonuna kadar açık. Semaverdeki suyun sesi insan sesine karışıyor. Semaverden savrulan su buharı kahvenin içini doldururken, çay tezgâhının önünde dikili duran kahveci çay bardaklarını çeşmenin musluğunu açarak yıkadı. Sonra da semaverin musluğunun açıp sıcak suyla çalkaladı. Yıkadığı bardakları tezgâhın önüne sıraladı. Semaverin üzerinden demliği aldı, orada bulunan bardakların yarısına dem doldurduktan sonra diğer yarısını da semaverde kaynayan sıcak suyla doldurdu. Sonra “Tavşankanı çay, tavşankanı!” diyerek bana ve oyun masasındaki müşterilere dağıttı.
     Ben kahvecinin getirdiği tavşankanı çayı yavaş yavaş yudumlarken yan masada oturan gençlerden biri “Haydi arkadaşlar kiraz çalmaya gidelim. Pınarbaşı’n da kirazlar olmuş” dedi. Masada oturanlardan üçü “Tamam gidelim” dediler. Diğer genç ise “Ben gitmiyorum siz de gitmeyin” dedi. Arkadaşları “Oyunbozanlık yapma! Kalk gidelim! Midemiz bayram etsin” dediler. Oturdukları masadan kalktılar arkadaşlarının kollarından tutarak kaldırmaya çalıştılar ama o Nuh diyor peygamber demiyordu. “Arkadaşım! Bizimle niçin gelmiyorsun? Neden oyunbozanlık yapıyorsun” dediler. Genç, derin bir nefes alıp konuşmaya başladı: “Oturun da size neden gitmediğimi anlatayım” dedi. Gençler masaya tekrar oturdular. Arkadaşlarını dinlemeye başladılar.
    “Ben on iki on üç yaşlarında bir çocuktum. Pınarbaşı’ndaki bahçemizi sulamaya gitmiştim. Bahçeyi sularken komşunun bahçesindeki kirazların kıpkırmızı olduğunu gördüm. Komşunun bahçesine baktım kimsecikler yok. Dayanamadım. Atladım komşuların bahçesine. Bir anda çıktım kiraz ağacına; birkaç tane kiraz yemiştim ki! Bizim komşunun elinde kocaman bir taş kiraz ağacının altında. Bir an korkudan rengim soldu. Ne yapacağımı şaşırdım. Birden ağaçtan aşağı atlayarak kaçmak istedim. Yere baktım yerden çok yüksekteyim. Korktum atlayamadım. Bahçe komşumuz yüksek bir sesle“Sen ye diye mi yetiştirdim ben bu kirazları! Çabuk ayakkabını ve üzerindeki çamaşırları çıkar? Aşağıya at yoksa seni şuracıkta öldürür; derin bir çukur açar, gömerim, kimsenin haberi olmaz” dedi.  Ben de istemeye, istemeye üzerimdeki çamaşırları çıkardım aşağıya attım. Komşu küfürler ederek benim ayakkabımı ve çamaşırlarımı yerden aldığı gibi köyün yolunu tuttu. Ben de ağaçta yarı çıplak bir vaziyette kalakaldım. Yavaşça ağaçtan aşağı indim. Kendi bahçemize geçtim. Issız bir yere oturdum başladım düşünmeye. “Ben bu halde eve nasıl giderim. Görenlere ne derim. Ya babam duyarsa beni döve döve öldürür; nerden gördüm bu kirazları gözlerim kör olaydı da görmez olsaydım” diyordum.
    Bir süre sonra babam elinde bir çantayla bahçeye geldi. Çantayı önüme atarak “Çabuk şu çamaşırlarını giy” dedi. Çamaşırları giydim. Babamın karşısına oturdum.  Babam “Oğlum sen ne yaptın! Ben seni hırsızlık yap diye mi yetiştirdim. Beni konu komşuya rezil ettin! Yazıklar olsun sana! Yedirdiğim ekmekler haram zıkkım olsun. Hiç mi kiraz görmedin! Zıkkım yiyesiye” dedikten sonra yüzüme iki tokat patlattı. “Düş önüme köye gidiyoruz” dedi. Yediğim tokattan yüzüm ateş gibi yandı. Ama buna da razıydım. “Ya babam çamaşırlarımı getirmeseydi. Ne yapardım.”
        Babam önde ben arkada düştük köyün yoluna. Yol boyunca babam benimle hiç konuşmuyor. Sigaranın birini yakıyor, birini söndürüyordu. Derken köye geldik. Köy kahvesinin önünden geçiyorduk ki kahvenin önünde oturan tanıdıklar babama “Hayırdır! Size ne oldu?  Bugün bir hal var sizde” dediler. Babam da “Bizim oğlan komşunun bahçesine kiraz yemeye girmiş; o sırada komşu da bahçesine varmış. Bizim oğlanı kirazın dalında yakalamış. Çocuğun çamaşırlarını alıp gelmiş bizim eve. Ben de evde kitap okuyordum. Birden kapı çalındı.  Kapıyı açtım. Bir de ne göreyim! Bizim bağ komşusu yüksek bir sesle “Komşu şu çamaşırlara iyi bak tanıyabilecek misin?” dedi. Çamaşırlara baktım çamaşırlar benim oğlanın “Komşum hayırdır? Benim oğlana bir şey mi oldu? Bu çamaşırlar sende ne arar?” derken “Oğlunu benim bahçede kiraz çalarken yakaladım. Çocuğunun terbiyesini ver. Bak bir daha affetmem, ayaklarını kırarım!” dedi. Ben de “Komşu çocuktur. Sen hiç çocuk olmadın mı?  Sen hiç kiraz çalmadın mı? Bir avuç kiraz için bu yapılır mı? Yaptığın komşuluğa sığar mı?” dedim. Sesini yükseltip hemen cevap verdi: “Ben bu kiraz ağacını dikeli on yıl oldu; on yıldır bir avuç kiraz yemedim. Bir kiraz fidanı alıp bahçenize dikseydiniz çocuğunuz bunu yapmazdı” dedi. “Haklısın komşu dedim. Çocuğun çamaşırlarını alıp bahçeye götürdüm. Şimdi oradan geliyoruz” dedi. Babam bana “Sen eve git; seninle sonra konuşuruz”dedi. Kendisi kahvede kaldı.
   Bir süre sonra eve geldim. Bir daha hırsızlık yapmayacağıma kendi kendime söz verdim. “İşte arkadaşlar o günden beri ben hırsızlık yapmam, siz de yapmayın.” Arkadaşları da “Doğru söylüyorsun. Kalkın futbol maçı yapalım” diyerek kahveden çıktılar. Ben de bu arada çayımı bitirdim. Kahveciye çay parasını verdim sessizce oradan ayrıldım.
                                                                             
         
Hüseyin AKTE

Hiç yorum yok: