30 Haziran 2011 Perşembe

BİT YOKLAMASI


                                                                                              
     Cihangir, dört bir tarafı dağlarla çevrili, ortasından küçük bir derenin geçtiği dere kenarlarında elma bahçeleri ve üzüm bağları bulunan küçük bir köyde doğdu. Yedi yaşında babasını kaybetti. Annesi, dedesi ve ninesi ile birlikte babasından kalma iki katlı, dört odalı, bahçeli bir evde oturuyorlardı. Evlerinin alt katı ahırdı. Cihangir her sabah annesi ile birlikte erkenden kalkar ahıra iner, hayvanları yemlerdi. Kahvaltısını yaptıktan sonra eline bir parça tezek ile bir parça odun alarak okula giderdi. İlkokul dördüncü sınıfta idi.
     Sınıf öğretmenleri Suat Bey, her sabah öğrencilerini sıraya geçirir; öğrencilerin kılık kıyafetlerini ve saçlarını kontrol eder; saçları uzun olan öğrencilerin saçlarını ortasından makasla keserdi. “Doğruca köy berberine git saçını kestir gel” derdi. Öğrenciler de saçlarını berbere kestirmekten çok korkarlardı. Çünkü köy berberinin elleri durmadan titrerdi. Bu nedenle berbere köyde “Tirtir Mustafa” derlerdi. Öğrenciler, sınıfa girince sınıfın temizlik kolu başkanı her öğrencinin ellerinin, tırnaklarının temizliğine ve gömleklerinin yakasına bakar; yakasında bit bulunan öğrencilerin listesini öğretmenlerine verirdi. Öğretmenleri de bu öğrencilerin avuçlarını açtırır; elma ağacından yaptırdığı sopayla dört beş kez var kuvvetiyle vururdu. Dayağı yiyen öğrenciler ellerini bacaklarının arasına alıp acıdan kıvranırdı. Yine bir perşembe günü yapılan temizlik yoklamasında sınıfın en çalışkan öğrencilerinden Hamdi’nin yakasında sınıf başkanı bit bulmuş ve durumu öğretmenine bildirmişti. Öğretmen de Hamdi’yi dövdükten sonra çamaşırlarını değiştirmesi için evlerine göndermişti. Hamdi yoksul bir ailenin beş çocuğundan biriydi. İki odalı küçük bir evde oturuyorlardı. Bir eşekleri ile az sayıda koyun ve keçileri vardı. Bu koyunları Hamdi ve kardeşleri köy çevresinde güderdi. Akşam olunca da köye getirirlerdi. Annesi evlerindeki halı tezgâhında bir kış boyunca koyunların yünlerini eğirir, boyar; onlardan halı dokurdu. Babası da bu halıları satar ve evlerinin geçimini sağlardı. Öğretmen, Hamdi’yi evlerine gönderince yolda öğretmenin dayağı yüzünden okuldan kaçan Ali ve Yakup’la karşılaştı. Üç arkadaş köyün aşağısında bulunan at deresine balık tutmaya gittiler. Akşama kadar balık tuttular. Tuttukları balıkları orada pişirerek yediler. Akşam olmadan köye döndüler.
     Hamdi çamaşırlarında bit bulunduğu için okul arkadaşlarının yanında çok mahcup olmuştu. Hamdi üzerindeki bitlerden ne olursa olsun mutlaka kurtulmak istiyordu. Bu durumdan nasıl kurtulması gerektiğini arkadaşı Ali’ye sordu. Ali de çamaşırlarına elmalara atılan tarım ilacından sürmesini söyledi. Hamdi evlerine gelince evlerindeki tarım ilacından yakasına ve iç çamaşırlarına bolca sürdü. Akşamleyin annesine “Başım ağrıyor” diyerek erkenden yattı.
    Sabah yatağından kalkamayan Hamdi’yi uyandırmaya varan annesi yatakta Hamdi’nin cansız bedeni ile karşılaştı. “Yavrum! Hamdi’m! Canım! Ciğerim! Sana kimler kıydı.” diyerek çığlıklar atınca ses köyün her yerinde yankılandı. Cihangir ve arkadaşları toplandılar. Öğretmenlerinden izin aldılar. Cenaze evine gittiler. Hamdi’nin teneşir tahtasında yıkanan cesedine son kez baktılar. Hepsinin gözleri yaşardı. Gözlerinden akan yaşları gizlice sildiler. Cenaze yıkandı. Kefenlendi. Sal tahtasına yerleştirildi. Orada bulunanlar sal tahtasının kollarından tutarak cenazeyi mezarlık yakınındaki musalla taşının üzerine koydular. İmam geldi. Cenaze namazını kıldırdı. İmam “Hakkınızı helal edin” dedi. Cemaat hep birlikte “Helal olsun” dediler. Cenazeyi köy mezarlığına getirerek defnettiler.
    Arkadaşları hüzünlü bir şekilde okullarına döndüler. Öğretmenleri tarım ilacının zararlarından bahsetti. Hamdi’ye üzüldüğünü, bir daha bit yoklamasının yapılmayacağını söyledi. Cihangir ve arkadaşları bir daha bit yoklaması yapılmayacağına sevindiler ama buruk bir sevinçti bu. Çok üzülmüşlerdi.  Arkadaşlarının bit yüzünden ölmesini kabullenemediler.

                                                                                                                                                                                            
      Cihangir ve arkadaşları hüzünlü bir şekilde okuldan çıktılar. Seksek, yakan top, arası kesti gibi oyunlar oynadılar. Hamdi’nin eksikliğini oyunlarda hep fark ettiler. Akşam olunca öğretmenlerinin verdiği ev ödevlerini her günkü gibi bir arkadaşlarının evinde toplanıp yaptılar. 
        Artık okulun son günleri idi. Bahar da gelmişti. Okulun çevresindeki söğüt ağaçları yeşile boyanmış, erik ağaçları çiçek açmış, renk renk kelebekler uçmaya başlamıştı. Köyden geçen derenin suları bahar yağmurları ile çoğalmış, bulanık akmaya başlamıştı. Koyun çobanları hemen her akşam heybelerinde birkaç taze kuzuyla köye dönüyorlardı. Sabah ve akşam saatlerinde okul yolu koyun ve kuzu sesleriyle çınlıyordu.
        İşte böyle bir akşamüstü Cihangir titreyerek evlerine vardı. Pencere önünde duran su tasını aldı. Güğümdeki sudan tasa doldurdu. Suyu zorla yuttu.  Boynunun ön kısmında, çenesinin altında şişlik ve ağrıyı hissetti. Sesi kısıldı. Boğazını eliyle yokladı. Boğazı şişti. Kimseye söylemeden erkenden yattı. Sabaha kadar yatakta bir sağa bir sola dönüp durdu. “Ben de Hamdi arkadaşım gibi mi olacağım?” diye düşündü. Sabah oldu boğazının ön kısmındaki şişliği annesine gösterdi. Annesi oğlunun boğazına baktı. “Oğlum sende kuşpalazı çıkmış. Birkaç tane kuş ölüsü gerek” dedi.
      Evinden çıktı. Köyde “Zalım Avcı” olarak bilinen Fahri’yi buldu. Ona “İki serçe vurur musun? dedi. Fahri “Serçeyi ne yapacaksın?” diye sordu. “Çocuğun boğazında yalancı kuşpalazı çıkmış da onun için.”
     Zalım Avcı Fahri tüfeğini aldı. Fişeklikten iki tane fişek çıkardı. Tüfeğinin namlusuna yerleştirdi. Evinin önündeki iğde ağacında bulunan kuşlara nişan aldı. Tetiğe bastı. Üç serçe çırpınarak yere düştü. Cihangir’in annesi serçeleri alıp evine vardı. Serçeleri dibeğin içine koyup iyice dövdü. Dövme işlemi bitince macun haline gelmiş serçelerin etlerini Cihangir’in boynuna sürdü. Üzerini temiz bir bezle sardı. Üç gün boyunca yataktan çıkmayan Cihangir dördüncü gün erkenden uyandı. Kendini çok iyi hissetti. “Anne ben iyileştim” dedi. Annesi Cihangir’in boynundaki sargıları çıkardı. “Şiş inmiş, yara temizlenmiş” dedi. Cihangir derinden bir oh çekti. “Ben gidiyorum anne” diyerek sokağa fırladı.
     Hamdi’nin annesi ile karşılaştı. Birden “Hamdi nerede?” diyecek gibi oldu. Hamdi’nin öldüğünü hatırladı. Boğazı düğümlendi. Bir süre konuşamadı. “Bundan böyle Hamdi’nin kuzularını ben güdeyim” dedi. “Sen çok yaşa oğlum; eve gidelim de Hamdi’nin kitap ve defterlerini sana vereyim.” Eve gittiler. Hamdi’nin kitap, defter ve kalemlerini topladılar. Sessizce ağlaştılar. “Tek arzumuz Hamdi’yi okutmaktı. Ama olmadı. Takdir-i ilahi işte! Onun yerine senin okuyup büyük bir adam olmanı istiyorum yavrum” dedi.
Hüseyin AKTE

Hiç yorum yok: